11 Şubat 2008 Pazartesi

ULUDAĞ ve ANILAR

(Fotoğrafları orjinal büyüklükte görmek isterseniz lütfen üzerlerine tıklayınız.)




















Gözümü açtığımda karşımda dururdu tüm heybetiyle Uludağ. Hiç unutamadım. Yıllardır uzaklarda hep hayallerimde yaşattım o manzarayı. Bursa´dan her yerden görünür Uludağ. Her mevsim kendine has güzellikler barındırır.
Baharda yemyeşildir, yazına da doyum olmaz, buram buram kekik kokar. Güneşi bir baskadır, gündüzleri sıcacıktır yakar, geceleri soğuk olur üşür insan. Sıcağı da, soğuğu da güzel olur Uludağ´ın.
Kışın beyazlarını giymiş gelin gibidir. Oteller bölgesi, kayakçılarla dolup taşar. Kışın en güzel eğlencelere sahne olur Uludağ.



Yalnız Uludağ kaldı sanki çocukluğumdan bir tek geride, hiç değişmedi o dağ, öyle duruyor, hep aynı. Kaplıkaya´ya doğru o tepeler yemyeşil olurdu, ilk yağmurlardan sonra baharda sabah gün doğmadan çıkardık yola. Bakacağa doğru mantar toplamaya giderdik, nasıl da zevkli olurdu. "Hah işte orada!" derdik koşardık, etrafımızdaki birkaç metrelik alana bakınırdık, bembeyaz, nasıl toprağı kaldırırdı mantarlar.

Kestaneliğe giderdik abimle, bir defasında beyaz bir şeker çuvalı vardı yanımızda. Abim benim elimden tutup götürmüştü kestaneliğe. Dağın eteklerindeydi kestanelik, o devasa kestane ağaclarından gökyüzü görünmezdi.

Ağabeyim benden altı yaş büyüktü, o on beşinde bir delikanlı, ben küçük kardeşi yanında, o sırtlandı çuvalı, ben de topladığımız menekşeleri aldım elime. Rahmetli anneciğim için toplamıştık. O mor menekşeleri elimle verdiğim anı aynen hatırlıyorum. Hemen içine çeke çeke koklamıştı anneciğim, öyle bugün gibi hayali aklımda, tam kırk sene olmuş.

Sene 1990 ağabeyimle beraber Uludağ´a çıktık, tam Çoban Çeşme'nin oradan aşağıya bakıyoruz. Bursa öyle beton yığını halinde, ovadan eser kalmamış. Bir okul takıldı gözüme, etrafı beton duvarla çevrilmiş, bir tek yeşil fidan bile yok. Sonra, bir de burada Almanya´da okulların konumu geldi aklıma; yemyeşil çimenler, etrafta çiçekler, ağaçlar.... İnsan bunları ister istemez kıyaslıyor tabii ki.

Sonra, o gökyüzünü göremezdik dediğim kestane agaçlarından bir tek numunelik bile bırakmamışlar. Hepsini kesmişler, kütükleri tanıklık edercesine, öylece duruyordu. Nasıl söylendim orada, nasıl... Böyle bir şey yapılamaz, olamaz, diyordum. Kuş bakışı her şeyi olduğu gibi görüyorduk, dağın içine doğru yürüdük, benim sinirden gözlerim yaşardı, bir hayli zaman geçti tekrar neşemi bulana dek...

Dağın içine içine girdikçe; kestane, ardıç, gürgen ağaçları arasında yürüyorduk. Sonbahardı, yapraklar dökülmüş, güneşli, harika bir hava vardı."Hah işte!" dedim birden . " Ağabi bu koku, kestanelikte çocukluğumdan kalan koku" Çok güzel bir duygu oluştu yüreğimde o an. Sanki yıllar önce kaybettiğim bir hazineydi bulduğum.

Gittiğimiz yol boyu bu güzergahta üç pınar vardı. İlki; Çoban Çesme. İkincisi; Bal Pınar. Üçüncüsü; Gür Pınardı. Bal Pınardan içtiğimde ağzımda tadı kaldı, sanki şeker vardı içtiğim suda..." Allah'ım sen ne büyüksün!" dedim, ondan bu pınara Bal Pınar demişler.

Gür Pınar bakacağın altında sarp kayaların doruklara doğru çıktığı yerde, gürül gürül bir ses geldi kulağıma, " işte bu da Gür pınar!" dedi ağabeyim. Kaynak kayaların içerisinden geliyordu... Gürüldemesi de ondan. Tam da adını almış böyle. İnsanlar bu pınarlara kim bilir ne zaman bu adları vermişlerdir?...


Suların tadı da aynıydı. Tıpkı çocukluğumda pınarlarından içtiğim gibi. Ormanın kokusu ve suların tadı. Aynı duruyormuş meğer...

Çoban Çesme... Bal Pınar... Gür Pınar. Bu dağın içine yaptığımız ormandaki gezi harikaydı. İnsanın böyle günleri olmalı. Öyle bir gün geçirmeli ki, bir ömür anılmalı.


*******







Ahmet Çetintaş Bey çok başarılı bir fotoğraf sanatçısı. Uludağ;ın Alaçam Şelalesi'nin fotoğraflarını müthiş güzellikte görüntülemiş. Bu yazımın altında onları da paylaşmak istedim. Sevgili yeğenim Murat İsviçre'den bana yolladı. Tabii ki önce Ahmet Bey'e çok teşekkür ediyorum. Murat Yeğenime de ayrıca çok teşekkürler.

Bir de Oteller Bölgesinin üstte yayınladığım bu güzel fotoğrafı için de; Çağrı Temizyürek Bey' e de çok teşekkürler.

.....


Bu da Uludağ'ın çok güzel bir Şelalesi; Saitabat/ İbrahim Peynirci' nin bu fotoğrafını da çok beğendim.









Fikret Şimşek

FANUSTAKİ NUR

Yazmak... Evet yazmak, çok farklı konuşmaktan... Söz uçar gider ama yazı kalıcıdır.
Bir güzel insanın hayatını araştırdım. "Hasan Nail Canat" Yazar - Şair ve Tiyatro sanatçısı. Üç yıl önce vefat etmiş bu değerli büyüğümüz. Allah rahmet eylesin. Cennet mekanı olsun. Onun hakkında çok şey yazmayacağım. Lakin, ne mutlu yaşamı sürecinde böyle güzel eserler bırakabilenlere. En kısa zamanda belirlediğim kitaplarını okuyacağım.

Küçücük bir yazısını ve bir şiirinden bir bölümü sizlerle paylaşacağım:

"-Önemli olan ihtiyacı farketmek. Bu insanlar öyle şeylere şartlandırılmışlar ki sanat ve edebiyatın zaruretini farkedemiyorlar.
Mesela onbinlerce insanı bir meydanda toplayabilir, onları üç-beş sloganla coşturabilirsiniz ama bir şiir dinlemeye ya da bir hikaye
okumaya kimseyi davet edemezsiniz.
-Biz halen davet ediyoruz...
-Siz kahramansınız. Çünkü kolaya talip olmadınız. Kıymetinizi bilin ve sakın bu işin peşini bırakmayın.
Güzeli ve güzelliği esir pazarındaki tellallar gibi satmayın. Sanat yapmak; gülü incitmeden gül yaprağına şiir yazmaktır.
Dikkat edin gençler, bu, bülbüllerin işidir. Bülbül kılığına girmiş karga olmayın."

-----

Erik Ağacı Destanı.

Bu destanı ne ilham perileri getirdi şairlere, ne de gece sancıları

Bosna-Hersekli çocuklara yazıldı bu destan.
Dev gibi devletlere - Birleşmiş Milletlere rağmen
Sana rağmen bana rağmen bir milyar kardeşe rağmen
Pınar bakışlı çocuklara sıkılan kuşunlarla yazıldı bu destan...

****

Hani şiir vesile olur bazen. Karşınızdaki insanın yüreğini görürsünüz. Vatanperverdir. Namuzsuza kurşun olur kimi dizeler.
Varoluşun asaletini haykırır dizelerinde. Hümanizmi anlatır. Aşkı anlatır. Sevgiyi anlatır. Bazen de acıyı anlatır şair.
Oturur da hiç çıkmaz ya insanın içinden acı. Hani kapkaradır bulutlar, şimşekler çakar, yıldırımlar düşer.
Tir tir titrerken, büzülmüş bir derviştir mağarada şair.

Bir ateş yakar, başlar semâh. Döndükçe döner. Bir toprağı, bir gökyüzünü öper. Aşkın mabedinde, bir başka âlemdedir.
Döndükçe içinden bir volkan fışkırır. Dereler çağıl çağıl dökülür dağlardan.

Patikada, başında fener, bir dağcı düşünün. Dağın ortasında, yapayalnız yürürken, neler düşünür, neler geçer içinden.
Bir karıncadır, dudakları kurumuş, susamış... Susamış, sessizliğin merkezinde hiçliği içerken, rüzgârın soluğundan mânâyı çeker içine.


******

Bu fakir dizelerimle yazımı noktalıyorum.

******

Aşk
İçimde çığ
Hep düştü uçurumlara
Son gülümdü hazanda açan
Şimdi üzerinde; k a r t a n e l e r i....


******


O zerredir...
Nur kaplı bir fanustan
Seyreyler âlemi....


..............

Fikret Şimşek

9 Şubat 2008 Cumartesi

SAĞLAM DOMATES







Fazîlet Hanım çıkar evinden. Günlerden Perşembe, semtlerinde kurulan pazara doğru yollanır. Güzel bir sonbahar günüdür, hava günlük güneşlik. Rüzgar hafiften hafiften eserken, sarı yapraklar savrulur caddelerde.

İki yaşında bir kızı olan, eşini seven ve çok mutlu olduğu bir yuvaya sahip Fazîlet Hanım... Yıllardır Fransa'nın Almanya sınırına yakın bir kasabada yaşamakta. Pazara giderken derin düşüncelere dalar; "Gurbet ne zor!" diye iç geçirir. Sevenlerinden ayrı ve uzak diyarlarda yaşamak kolay mı!... Aklında hep sevdikleri ve memleketi vardır.

Sağa sola bakına bakına gelir pazar yerine. Bir ondan, bir bundan derken torbaları dolar. Son olarak domateslerin başında durur. "Kırmızı kırmızı, ne güzeller!" der ve alır bir poşet. En sağlamlarını seçmeye başlar. Eline bir çürük domates denk gelir ve hemen onu yan tarafa bırakır. Sonra birden tezgâhın üstüne boşaltır poşete koyduğu domatesleri. Satıcı "Ne oldu Hanımefendi?" diye sorar. Fazîlet Hanım suratı asık "Vazgeçtim, almayacağım." der. Bir çürük domates için, sağlam domatesleri de almadan evinin yolunu tutar.

Biraz sonra arkasından birinin kendisine seslendiğini duyar: "Bir dakika bakar mısınız?" Fazîlet Hanım dönüp bakar. Bir de ne görsün! Yerde kırmızı bir domates ona doğru konuşuyor. Ağzı bir karış açılır ve şaşkın bakışlarla domatesi dinler. "Sizin yaptığınız çok üzdü bizi ve Allah bir anda beni dillendirdi, size derdimi anlatmaya geldim. "Hay Allah nasıl şey bu diye düşünürken "Eee ne vardı ki? ben sizi neden üzdüm? ''

Başlar domates anlatmaya "Bizim içimizde bir çürük domates sizin canınızı sıktı ve bizi de almadan bıraktınız. Biz sağlam domatesler, insanlar bizi alsınlar, kendilerine besin olalım, onlara lezzet verelim diye sergide bekliyoruz. Niçin bizi bıraktınız? Bizim ne suçumuz vardı ki ?" Ve davam eder "Çürümüş bir domates yüzünden bizi de bıraktınız. Ben ve arkadaşlarım çok üzüldük."

Fazîlet Hanım'a üzüntüsünü bildiren domates, yanından uzaklaşır ve tezgahtaki yerine çıkar. Sonra Fazîlet Hanım bir anlık sinirinin onları nasıl üzdüğünü düşünüp geri döner ve ilk başta kendisine dillenen o domatesi alır, torbaya koyar. Hatta alması gerektiğinden fazla domates alır.

Evine geldiğinde bakar onlara. Sapasağlam, ne güzeller domatesler. Sonra "Hanginizdi bana konuşan domates?"
diye sorsa da domateslerden bir daha hiç konuşan olmaz.

Onlar günlerce o lezzetli domateslerin tadına doyamazlar.


............... Siz de çürük domatesleri atın ama sağlamlarının da kıymetini bilin....



Fikret Şimşek