22 Aralık 2007 Cumartesi

BURSA_ANILAR ve ÇOCUKLUĞUM

Kasım başı, sonbaharın sonlarına doğru... Bir sabah kalktığınızda hava biraz serindir. Öyle bir de sanki karın kokusu gelir insanın burnuna, bir bakayım acaba mı dersiniz ve Uludağ´ın doruklarını beyaz bir örtü gibi kaplayıvermiştir bembeyaz kar. Birkaç güne kalmaz iner asağıya da dersiniz ve yanılmazsınız da. Bakmışsınız bir gece pencereden dışarıya lapa lapa yağan karı görürsünüz.

Kar deyince aklıma çocukluğum gelir. Kar yağdığında uyku uyuyamazdım. Sabah erkeden kalkar kaymaya çıkardım sokağa.

Evimizin önündeki rampaya geceden su dökerdim sabah kalktığımda buz olsun diye. Biraz kayardım üzerinde, sonra cam gibi parlardı. Bahçe duvarlarının üzerinden düz bir tenekeyle kar alır buzun üzerine atardım, sanki hiç basılmamış gibi yapar sonra da bahçe kapısının yanına saklanır, geçenlerin oraya gelince kayıp düşmelerini seyrederdim.

Bir defasında iki genç kız kol kola girmişler, kayıp düşmemek için birbirine destek olarak iniyorlardı aşağıya doğru. İşte tam da buz olan yere geldiklerinde ikisi birden öyle bir kaydılar ki, ayakları havada sırt üstü düştüler. Bense kenarda bayılıyordum kahkaha ile gülmekten. Kızlar kalktı: " Seni gidi bacaksız " deyip, benim üzerime geliyorlardı ki, hemen içeriye kaçtım. Rahmetli Anneciğim: " Gene ne yaramazlık yaptın? " diye sorardı. Sonra ona anlatırdım neşeyle.

Ne günlerdi... Sonra babam marangoz dayımızın yanına gider, bize kalıp tahtalarından kızak yapardı. Sevinçle koşarak Sıracevizlere, kaymaya giderdik. Orası kar yağdığında büyük küçük her yaştan çocuklarla, gençlerle dolardı.
Bayırlardan aşağıya doğru ayakta ya da kızaklarla nasıl da çoşkuyla kayardık. Kızakların asağıya doğru tam hızını aldığı yerlere g..... attıran derdik, tümsek yapardık. Yukarıdan hızını alan kızaklar oradan öyle bir fırlardı ki, vay kızakları sağlam olmayanların haline. Öyle havalanırdık ki, kızak darmadağın olurdu yere vurunca.

Kırılan kızaklarımız elimizde hemen eve gider, "Baba baksana ne oldu benim kızağıma" diye başına ekşirdik. Babam hiç üşenmez, yine onarırdı. Hiç zaman kaybetmeden " haydiii " deyip yine koşardık çoşkuyla kaymaya, sevinç içinde.

Hiç unutamadığım hatıralarımdan biri de, bütün gün dışarıda oynayıp, karda düşe kalka, o elbiselerimiz vıcık vıcık su içinde kalırdı . Hiç hasta da olmazdık. Eve geldiğimizde temiz elbiseler giyer hemen sobanın bağına geçerdik. Ellerimizi sobaya tutar ısınırdık, kıpkırmızı olurdu ellerimiz, şişerdi, sızlardı da.
Sonra, rahmetli anneciğim o kış günlerinde bize çok iyi davranır, ne yapsak hiç kızmazdı ama hasta olacağız diye endişe ederdi. O sıcacık odadan bahçemize bakan pencerenin önünde saatlerce karın lapa lapa yağışını seyrederdik. Sokak lambasının sarı cılız ışığını şimdi bile görür gibiyim.

Benim çocukluğumda çok kar yağardı. Haftalarca evlerin kiremitlerinden sokağa buzlar sarkardı, sivri sivri. Taş atar onları düşürmeye çalışırdık, çocukluk işte, oynardık durmadan ve hiç yorulmadan.

Şimdilerde çok nadir öyle kar yağıyor. Kırk sene önce olduğu gibi çoskulu kış yaşanmıyor artık. Zaman mevsimleri de değiştirdi. Benim çocukluğumda her şey bir başka güzeldi sanki.

Evlerde sobalarda odun yanardı. Biz hiç kömür yakmazdık o zamanlar. Yetmişli yıllardan sonra kömür sobaları alınıp da kömür yakılmaya başlanmıştı.
Hava tertemiz olurdu. Evler tek katlı, bilemediniz iki katlıydı. Üç katlı ev bizim sokakta bir tane numunelik olarak bile yoktu .

Sonraları yapılmaya başlandı yüksek katlı binalar. O evlerin ufacık hali çok hoştu. Etrafı örülü bahçe duvarları. Her evin bahçesinde ağaçlar, çiçekler....
Bizim bahçemizde kocaman dut ağacı vardı, bir de erik ağacı. Bahçe duvarının üzerinde de rengarenk ortancalar. Anacığım sabah akşam hortumu takar su verirdi ortancalara. Sanki yıllar geçtikçe annemi daha iyi anladım. Onlara su verirken belki de dinleniyordu. Hortumla çiçeklere su vermek insanı ne kadar dinlendiriyor bilseniz, bunu ben de çok severim.

Kışın oynarken üstümüz başımız çamur içinde kalırdı, ben bir kere bilmem annem bize kızsın. Her zaman "Gel yavrum hasta olursun" der, kuru elbiseler giydirirdi. Bana bir kez vurduğunu bilmem, ki bana diyorum, herhalde ailenin en yaramazı benmişim. Altı kardeşin beşincisiydim, bir de ufak kardeşim vardı. Kardeşim benden iki yaş küçüktü. Hep evde oynardık onunla ikimiz kışın.

Ben aklım erdiğinde, sanırım on yedi yaşlarında olacağım," Anne, sen bana hiç vurdun mu ? " diye sordum. Bir de " ben hiç hatırlamıyorum" demiştim. Rahmetli Anneciğim aynen söyle dedi, " Yok be oğlum, hiç vurmadım, ben yalnız sana değil hiçbir evladıma bir fiske vurmadım " demişti. İşte bunu daha sonraki yıllarda hep düşünmüşümdür.

Annem herhalde bir melekti. Beş oğlan bir kız altı çocuk büyüteceksiniz, ne çamaşır makinesi, ne elektirik süpürgesi, ne ocak, ne fırın, ne kalorifer olacak, " vah benim canım anacığım... Yattığın yerler nur, cennet mekanın olsun." Doyamadık, göçtü gitti bu dünyadan. Ben yirmi üç yaşındaydım, rahmetli elli dokuz yaşındaydı kaybettiğimizde.

Hayatımın en acılı günleriydi, nasıl da kaldık öyle... Babam, ben ve bir de kardeşim. Ablam evliydi, üç abim de evliydi, kendi yuvalarında avuttular belki de kendilerini ama biz çok yalnız kalmıştık.

Kendimi çok zor toparlamıştım o zamanlar. Hiç yemek yiyemiyordum, nasıl zayıflamıştım, kemikler görünüyordu vücudumda ama mecburen hayatımızı devam ettirmek zorundaydık. Ölenle ölünmüyor. O zor geçen günler hayatımın en acılı günleri olarak kaldı...

Çocukluk günlerimden hatıralarım kaldı şimdi. Annem ve Babam, bir de rahmetli Ağbeyim onlar toprak oldular.
Allah mekanlarını cennet eylesin.
.
Fikret Şimşek